Tabi ki ne kadar kutsal, önemli, farklı bir meslek olduğunu anlatmayacağım. Günümüzde ülkemizde doktor olmak ve doktorluk yapabilmek benim anlatmak istediğim…
Polikliniğe gelen çocukların çoğunun “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna verdikleri cevap; “Doktor”. Sanırım insanların çoğu hayatlarını bir döneminde “doktor olma” fikrini akıllarından geçiriyor. Bir kısmının “bir çocukluk hayali” olarak kalıyor, bir kısmını aileleri yönlendirmeye çalışıyor, bazısının o taraklarda hiç bezi yok, daha sanatsal ya da teknik dallara yöneliyor… En kötüsü sanırım, bunu “amaç” haline getirmiş ama belki yeterli kadar çalışmadıkları için, belki ÖSYM yüzünden, belki de doğru olanın “doktor olmamaları” olduğundan hedeflerine ulaşamayan grup… Benim çevremde de tabi ki bu grubun mensupları var, ya çok ayrı bir meslek seçmiş; “doktorluk asla bana göre değil, o kadar zaman/emek harcayamam” diye konuşuyorlar, ya ilgili bir iş yapıp karşılaştıkları doktorların hatalarını bulmaya çalışıyor, çevrelerindeki insanlara tanı koyma denemeleri için sürekli tıpla ilgili yazılar okuyorlar, ya da sağlıkla ilgili bir meslek sahibi olup, hemşire, diyetisyen, psikolog, fizyoterapist, teknisyen… gibi, hastanede çalışıyor, hastalarla iletişime geçiyor, doktorlardan hoşlanmıyorlar ama çevrelerindeki insanlara kendilerini doktor olarak tanıtıyor ve tıbbi her konudaki “ileri” bilgi ve fikirlerini insanlara anlatıyor da anlatıyorlar.
Benim hikayemin öyle ayrıntıları yok. Evet, benim de çocukluk hayalimdi, doktorculuk favori oyunlarımdandı. Zaman içinde daha “ilginç” mesleklere aklım kaymadı değil tabi; kuaförlük, arkeolog olmak ya da mimarlık gibi… Ama akılcı bir çalışma ve bilinçli bir lise dönemi sonrası üniversite sınavına ilk 8 tercihim tıp olarak girdim ve “Çapa” tüm deneme sınavlarındaki beklenen sonuç olarak, üniversite sınavının sonucunda da “plan dahilinde” gerçekleşen bir hayal oldu. İlk yılları gururla, sona doğru yorgunluklarla geçen 6 yılın sonunda hazırlanılan o korkunç sınav, TUS ve “plan dahilinde” pediatri… TUS insan hayatında, en azından benim ve çevremdeki tüm doktorların hayatında, girilebilecek en zorlu sınavlardan biri. O travmatik dönemi o zamanki sevgilim, şimdiki kocamla geçirmek belki de şanstı benim için. Evet, yeni başlayan bir ilişkiyi, günde 10 saat kütüphanede ders çalışarak ilerletmek belki çok romantik değildi ama hayatımızın en zor dönemini birlikte geçirmiş olmak zaman ilerledikçe birbirimiz için daha vazgeçilmez olmamızı sağladı.
Kocamın hayatı benimle birlikte olana kadar çok planlı değilmiş, babası çocuklarının ikisinin de doktor olmasını istiyormuş, ablası bu isteği paylaşmış ama ona sınav engel olmuş, sağlık sektörüne girebilmiş ama ancak fizyoterapist olabilmiş. Babası da en azından Ayhan’ın doktor olabilmesi için, istemediği halde, ona tek tıp tercihi yazdırabilmiş ve bingo: Çapa. Bu durum başlangıçta onu üzmüş ama bence yapabileceği en uygun işlerden biri doktorluk onun için. Zaten çok iyi bir TUS sonucuyla Çapa Kardiyolojiden kardiyolog oldu ve şimdi benim tanıdığım en iyi doktorlardan biri kendi jenerasyonunda. Hem çalışkan, hem disiplinli, hem de çok insancıl… Bu yüzden hastaları da onu gerçekten seviyor.
Yorucu, yıpratıcı, zorlu asistanlık döneminde kendimiz için yaptığımız şey; evlenmek. Nöbetler, çalışma şartlarının yoğunluğu içinde biraz daha fazla görüşebilmek için evlendik. Düğün hazırlıkları, yeni ev, eşyalar… hepsi denk getirebildiğimiz nöbetler arasındaki kısa zamanlarda aceleyle oldu, saatlerce ne gelinlikçi, ne mobilya mağazası ne de mekan gezebildik. Yine de güzel bir düğünle evlendik ve asistanlığı birlikte geçirdik, tabi ki uzmanlık sınavına da birlikte çalıştık. Geçen yıl evimiz kütüphaneye dönüşmüştü. Birlikte “uzman” olana kadar ertelediğimiz “çocuk yapma” fikri biraz biraz su yüzüne çıkmaya başladı.
Mecburi hizmet… Ülkemizde doktorlar dışında hiçbir meslek grubunun diplomasını alabilmek için zorlanmadığı “mecburiyet”. Okulu bitirip, tezimizi verip, uzmanlık sınavını geçmiş olsak da, el konulan uzmanlık belgemizi alabilmek, herhangi bir yerde doktor olarak çalışabilmek için gitmemiz gereken zorunlu görev. Hayatımızla ilgili plan yapabilmemizi engelleyen yegane durum. Ertelemenin çeşitli yolları var ama engellemenin yok. Bizim payımıza düşen de 500 gün Mersin Silifke Devlet Hastanesi. Zorunlu bir görev için “şanslı” olduğumuzu düşünebileceğimiz güzellikte bir sahil kasabası. Asistanlıktan sonra burada gerçekten yalnız çalışma, insanların beklentilerini, niyetlerini gözlemleme şansımız oldu. İyi şeyler görmedik, bizim çocukluğumuzdaki, öğrenciliğimizdeki “doktora bakış açısı” çok değişti. Artık daha talepkar, daha sert, daha saygısız bir grup var karşımızda, hasta olarak. Aslında toplum geneli bu değişimi yaşıyor, ne yazık ki ülkede. Biz de bunu yakından deneyimliyoruz ve umudumuzu kaybediyoruz.
Özellikle ülkemizde herkesin sağlıkla ilgili soracak bir sorusu, yapacak bir yorumu vardır. Hiçbir meslek üzerine bu kadar konuşulmasa da doktorlar için herkesin söyleyecek bir sözü bulunur. Çok azı saygı duyduğunu gösterir, birçoğu yapılan işi küçümser, birkaç poliklinik tecrübesiyle aynısını yapabileceğini düşünür. Yardımcı olmaya sevmez ama ihtiyaç duyduğunda her an elinin altında hazır olmasını ister. Hata bulmaya çalışmak, şikayet edecek konu aramak, iyileşmeye harcanması gereken enerjinin daha fazlasını alıyor artık. Biz de bu şartlar altında yine de onların “iyi” olması için çalışıyoruz.
Geçen 13 yıldan sonra geriye dönme şansım olsa sanırım yine doktor olurdum, en iyi yapabileceğim işin bu olduğunu düşünüyorum. Yaptığım “iş” karşısında tüm meslekler biraz “eksik” geliyor. Sanırım tüm sıkıntılara, yorgunluklara rağmen, “doktor olmak” beni mutlu ediyor…